“Ömür dediğin, bir taşın gölgesinde soluklanan bir hatıradır.”
Yolculuklar vardır; kimi yolda başlar, kimi bir taşın gölgesinde. Biz, gölgelere emanet bir ömrün içindeyiz. Her sabah, toprağın yüzüyle yeniden tanışıyor kalbim. Dünya dedikleri, sanki bir harman yeri… Gelen dökülüyor, kalan savruluyor. El ayak çekilince geriye, eğriyle doğrunun ayıklanacağı bir rüzgâr kalıyor.
Nice eşya biriktirdik, nice yük sırtlandık da… Gecenin sessizliğinde dökülen bir gözyaşı kadar ağır olmadı hiçbiri. Meğer içimizde taşıdığımız karanlık, birçok fazlalığın izini saklıyormuş. Ne az şey lazımmış kalbin ışığına dokunmak için…
Fanilik, adım adım hatırlatıyor kendini. Bir mezar taşının gölgesi düştü mü alnına, zaman başını eğer; susar dünya. Gönül o vakit anlar:
Ne şöhret…
Ne servet…
Ne de alkış…
Hiçbiri, samimi bir duanın sıcaklığına denk düşmez.
Babamın mezarına ilk gittiğimde yaz sonuydu. Toprak kuru, rüzgâr sessizdi. Taşın arkasından başıma düşen gölgede, zaman durmuş gibiydi. Kuşlar susmuştu; uzaklardan bir çocuk sesi geliyordu. Kalbimden sessizce bir yük indi o anda. Göğsümde taşıdığım nice kelime sustu.
O an anladım: Bir gün, içimizde büyüttüğümüz dertler de bu dünyada giydiğimiz elbiseler gibi çıkarılıp bırakılacak. Ve bir mezar, tüm yüklerden arınmanın, saf bir sükûnetin adı olacak belki.
Ama asıl mesele bu değil…
Asıl mesele, o gün geldiğinde hangi yükle, hangi hafiflikle gideceğimizdir.
Bazen bir taşın üstüne oturup susuyorum. Dünya o an sırtımdan çekiliyor sanki. Ağaçlar susuyor, vakit dizlerimin üstüne çöküyor. İçimde bir yankı beliriyor sonra. İçimden biri usulca fısıldıyor:
“Ey gönül,
Fani olanı ne diye ebedî gibi taşırsın?
Ne diye dünün kırıklarını yarına yük edersin?”
Bir yolcuyuz işte.
Konakladık…
Soluklandık…
Vazgeçtik…
Ve yola devam edeceğiz.
Önemli olan; yükümüz sevap, yüreğimiz selamet, vedamız huzur olsun.
Bir taşın gölgesinde düşündüm.
Hayat, konakladığımız bir serap belki de.
Ve yol, vicdanımız kadar gerçek.
Vesselam…